Translate

9 Nisan 2020 Perşembe

DELİ DELİ KÜPELİ (1968) - C. F. Başkurt


 1986 yılında beyaz perdeye uyarlanan son film "Deli Deli Küpeli". Bu Film yazarımızın "Buzlar Çözülmeden"in  Kartal Tibet'in yönetiminde sinemaya uyarlanmış halidir. Filmin senaryosu  Osman F. Seden'e ait.  Görüntü Yönetmenliğini  Orhan Oğuz'un yaptığı filmin müzikleri Cahit Berkay'a ait. Yapımcısı  Uğur Film adına Memduh Ün.

Kamera arkası sinema emekçilerinin isimleri ve görevleri de şöyle: Kurgu: Mevlut Koçak, Sabri Arslankaya (Yapım Sorumlusu), Nevzat Dişiaçık (Negatif Kurgu), Selahattin Kaya (Laboratuvar Şefi), Ziya Uçak (Laboratuvar), Armağan Köksal (laboratuvar), Hikmet Kuyucu (Renk Düzenleme), Recep Biçer (Işık Şefi), Gültekin Çavuş (Ses Kayıt), İsmail Kündem (Set Amiri), Enver Kündem (Set ekibi)

Oyuncular ve canlandırdıkları karakterlere gelince  Kemal Sunal (Deli kaymakam)l, Melike Zobu (Hatice), Yavuzer Çetinkaya (Deli Hâkim), Yaman OKay (Eşkiya Yılanoğlu), İhsan Yüce (Deli Çavuş),  Uluer Süer (Tüccar Hacı Karamuratoğlu), Reha Yurdakul (Av.Şeref Haktanır), Sırrı Elitaş (Tefeci Mahmut Ağa), Renan Fosforoğlu (Tahrirat Katibi Şükrü),  Fatoş Sezer (Çukurovalı Çengi Afet), Aynur Aydan, Hakkı Üstün (Akıl Hastanesi Başhekimi), Gafur Uzuner (Darağacını kuran Cellat),

KONU: Eskide kalmış, tımarhanelerin ve delilerin, bir çeşit toplumsal fotoğrafa dikkat çekmek için kullanılan motifler olması. Bizim tiyatro ve sinemamızdan Cevat Fehmi Başkut’un Buzlar Çözülmeden’i ilk akla gelenlerden, ya da Kartal Tibet’in Kemal Sunal’lı filminin adıyla Deli Deli Küpeli. Hastaneden kaçan deli, kardan dünyayla bağı kesilmiş kasabada kaymakam sanılınca olan bitenler, politik bir mizah ve toplumsal eleştiriyi deliler eliyle açığa çıkarmanın örneklerinden biridir sadece. Mizahı toplumsal eleştiride kullanmanın büyük ustası Aziz Nesin de tiyatroya da sıkça uyarlanan öyküsü Deliler Boşandı’da şu soruyu sorar: “Biz mi aklımızı yitiriyoruz, yoksa aklını yitirmişler mi bizi yönetiyor?”

Tımarhane ve delilik ile toplumsal ve politik hayat arasında bir paralellik kurmak, daha çok dünyanın bizim tarafında, bolca da Doğu Avrupa ve Sovyet kara mizahında örnekleri bulunan bir tema. Aynı tarihlerde batıda tımarhane, başarılı örnekler olarak Guguk Kuşu ile Otomatik Portakal’ı hatırlarsak, şiddet dolu “tedavi” yöntemlerinin eleştirisi için de sıkça kullanıldı. Aptallaştırmak, dışlamak, tekileştirmek gibi acımasız yöntemler, bu filmlerin ve uyarlandıkları romanların hedefindeydi.

Geldiğimiz nokta şu: Şimdilerde tımarhane motifine rastlanıyorsa, en çok nedensiz şiddet ve korku için, olsa olsa. Bu hafta sinemalarda gösterime giren üç korku filminden ikisi mekân olarak tımarhanede geçiyor, Cinnet Gecesi ile ismiyle müsemma Tımarhane. Bir haftaya üç korku filmi ne kadar iddialı bir rakamsa mekân seçimindeki kısırlık da o kadar dikkat çekici. Nedeni vizyon tarihinin ayın 13’ü cuma günü olması olsa, ortada gereksiz de olsa bir incelik var diyeceğiz ama elbet ilgisi yok, belki en fazla yaz kesatlığı denebilir. Ama iki filmde de anlaşılan ve sinemanın bugününde tımarhane ile deliliğin en çok korku-gerilim sineması tarafından tercih edilmesine zemin oluşturan şey, delilerin saldırgan olabileceği ve dahası, ne zaman nereden saldıracakları belli olmadığı için de insanı gerilimden gerilime sürükledikleri ön yargısı. Çünkü onlar akılla davranmıyor, neden aramıyor, tahmin edilebilir şekilde hareket etmiyorlar, yani her şeyi, tam anlamıyla her şeyi yapmaları mümkün. Hiçbir seyircinin filme “Kardeşim insan böyle yapar mı” diye isyan etmesinde bir mantık yok, cevap belli, “Deli o kardeşim”.

Sebepsiz olana bu kadar düşkün olmak, basbayağı Aziz Nesinlerin işaret ettiği “Yoksa deliler mi bizi yönetiyor” aşamasını çoktan geride bırakmış olmamızla ilgili olmasaydı keşke, ama öyle. Bir sonraki mertebeye ulaştık artık, bizi yönetenlerden çoktan geçtik, akılla, mantıkla işimiz olmamasını birbirimizden öğreniyoruz zaten. Neden sonuç ilişkileriyle, geçmişle bugün arasındaki bağla ilgilenmeyen bir günlük yaşamı her gün yeniden üreten ve öğreten sokaktaki insan oldu. Neyin neden meydana geldiğini sormayı bir kez bıraktıktan sonra, neden bu hayatı yaşamaya mahkûm edildiğimizle kimse ilgilenmeyeceğinden, kafalar rahatladı, çoktan hem de.

Sinemanın ve sanatın gösterdiği de bu sebepsizliğin olabildiğince suyunu çıkarmak. Sinemada en çok korkmak ama bazen de gülmek için. Bir reklam filminde gençlere atfedilen “Eğlence bizim için sebepsiz yere gülmektir” gibisinden laf edebilmenin soğukkanlılığı bundan. Kuşağının toplumsal gözü en zayıf çizeri Yiğit Özgür’ün kafasında hunili delilerinin çok tutulması, sebepsizlikle bir alıp veremediği olmayan okurların duygularına tercüman olmasından olmalı. Bazen komik olmadıklarından değil, ama Özgür’ün birlikte çıkış yaptığı karikatüristlerin çevrelerine, kuşaklarına, günümüz insanına dair gözlemleriyle bir ilgisi olmayan çizer olmasıyla delilere ağırlık vermesi bir rastlantının eseri değil herhalde.

Yazının vesilesi olan korku filmleri için de, bir zamanların hakiki korkularına aracılık eden sinema motiflerinin eskiye ait oluşunu yeniden hatırlamak gerek belki. Artık korkmak için sahici nedenlerimiz kalmadığından değil, açıklama yeteneği izleyicinin elinden çoktan alındığından, nereden çıkacağı belli olmayan bir şeylerden korkmak çok daha elverişli görünüyor. Orta Çağ’a döndüğümüzü sanırken, açıklayamadığı her doğa olayından korkan taş devri insanından farkımız olup olmadığını bir daha düşünmeli. Sebepsiz olandan daha çok korkulacak ve daha çok gülünecek şeyler olduğunu anlamak için, aklına mukayyet olmak birinci şart belki de. (Kyn: www.evrensel. net)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder